14 Temmuz 2014 Pazartesi

BİR SEYAHAT ROTASI : CARMEL, CALIFORNIA



Amerika kıtasının kuzeybatısı, uzun kumsalları ve gelişmiş şehirleriyle çok sevdiğim ve seyahat etmekten çok keyif aldığım yerlerin başında geliyor. İstanbul'la arasındaki 10 saatlik saat farkı sebebiyle, tamamiyle bir uzaklaşma sağlayan Los Angeles, 2 yazdır ailece yapacağımız tatiller için bize ev sahipliği yaparken, biz de California eyaletindeki tüm şehirlerin güzelliklerini görme imkanı buluyoruz.
Seyahat etme fırsatı bulduğum ve doğa güzelliklerinden çok fazla etkilendiğim bir şehir; Carmel.
Carmel, Los Angeles'a 5, San Francisco'ya 1 saatlik uzaklığıyla, bu şehirlere seyahate edenlerin mutlaka görmesi gereken şehirlerden biri. Küçüklü büyüklü villaları, bembeyaz kumsalı, uçsuz bucaksız golf sahaları, dingin havasıyla müthiş bir yer.



İnşa edildiği 1900'lü yıllardan bu yana, sanatçılara, ünlü kişilere ve sporculara ev sahipliği yapmasıyla ün kazanan şehirde, konaklayabileceğiniz pekçok otel ve pansiyon bulunuyor. '17 mile tour' a ev sahipliği yapan Pebble Beach üç farklı oteli de kıyısında barındırıyor. Bunlardan 'The Lodge' bizim konaklamayı seçtiğimiz otel oldu. Geniş ve konforlu odaları çok rahat ettiğimiz söyleyebilirim. Ayrıca restaurantından ünlü yönetmen Steven Spielberg ile karşılaşmamız anılarımıza güzel bir yenisini daha ekledi.



İlk ulusal golf turnuvasına ev sahipliği yapan Carmel hakkında daha detaylı bilgi sahibi edinmek için internet sitesinden faydalanabilirsiniz. www.carmelcalifornia.com



Eşim ve kızlarımla Pebble Beach'de..













30 Aralık 2013 Pazartesi

YENİ UMUTLARLA YENİ BİR YIL,2014

2014 yılını karşılamaya hazırlandığımız şu günlerde, geriye dönüp baktığımızda neleri görüyoruz? Dünyada ve ülkemizde yaşananlar, iyisiyle, kötüsüyle aklımızda kalanlar neler?

İşte 2013'den benim aklımda kalanlar..

Suriye'deki iç savaş ve Mısır'daki askeri darbe 2013'ün en önemli gündemlerindendi. Suriye devlet başkanı Beşar Esad ile muhalifler arasında devam eden çatışmalar çok kan dökülmesine sebep oldu. Şam'da yüzlerce sivil kimyasal silah saldırısında hayatını kaybetti.





Bir başka Ortadoğu ülkesi Mısır'da ise halk ayaklanmasıyla devrilen Hüsnü Mübarek'in yerine, Müslüman Kardeşler'in liderlerinden Muhammed Mursi getirildi. Mursi ise, Genelkurmay Başkanı Sisi'nin önderliğinde koltuğundan indirildi ve halen tutuklu.

,

En büyük doğal afetin yaşandığı ülke Filipinler'di. Haiyan tayfunu binlerce kişinin ölümüne sebep oldu. Çin'de ise 6.6 şiddetinde yaşanan deprem pekçok kişinin hayatına maloldu. Amerika'da Joplin kentinde yaşanan kasırgayı da unutmamak gerek.



 


Çağımızın önemli liderlerinden, ırk ayrımcılığına karşı verdiği mücadeleyle tarihe adını yazdıran Nelson Mandela 95 yaşında hayatını kaybetti.



Türkiye'de de pek çok değerli kişi hayatını kaybetti. Benim ilk aklıma gelenler;gazeteciliğin duayenlerinden Mehmet Ali Birand, ünlü ressam ve sanatçı Burhan Doğançay, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara, Müslüm Gürses, Adnan Şenses, Nejat Uygur, Tuncel Kurtiz, İbrahim Yazıcı, Savaş Ay. Mekanları cennet olsun..

Kötü haberlerin yanında, İngiltere kraliyet ailesinden Prens William ve eşi Kate Middleton'ın bebekleri Prens George'un dünyaya geldiği haberi, güzel bir haber olarak kısa bir süre de olsa dünya gündemini meşgul etti.



2013'de Türkiye gündemini en çok meşgul eden konu Gezi Parkı Olaylarıydı. Taksim Gezi Parkı'ndaki ağaçların kesilip yerine AVM yapılacağı iddiası üzerine, ağaçların kesilmesini engellemek için başlayan gösteriler, kısa bir sürede bir halk hareketine dönüştü. Hükümetin ve emniyet güçlerinin geri adım atmaması üzerine ciddi çatışmaların yaşandığı Taksim bölgesinde yaşananlar can ve mal kayıplarına sebep oldu. Mahkeme kararıyla yürütmenin durdurulması üzerine olaylar durulsa da, gezi parkı olayları, bugüne kadar 'apolitik' olmakla suçlanan genç kesimin özgürlük mücadelesinin temsili haline geldi.




Aralık ayında yaşananlar ise Türkiye gündeminin bir anda bambaşka bir şekilde karışmasına sebep oldu. Hükümetteki bazı bakanların oğullarına, bürokratlara ve bazı işadamlarına yapılan rüşvet ve yolsuzluk operasyonları gündeme bomba gibi düştü ve hala da tartışılmaya devam ediyor.

2014 yepyeni umutlarla dolu bir şekilde bizlere göz kırpıyor. Ne yaşanırsa yaşansın, herkes 2104'den umutlu :) Dilerim 2014 hepimizin dileklerinin gerçekleştiği bir yıl olur..







15 Temmuz 2013 Pazartesi

RAMAZAN AYINA SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ..


       Malesef uzun süredir bloguma zaman ayırıp yazılarımı paylaşamadım. Haziran ayından beri İstanbul'da yaşanan üzücü olayları takip ederken ve gündelik koşuşturmacalarla zaman su gibi akıp geçti. Ramazan ayı tüm nuruyla ülkemize indi. İslamiyette en kutsal ay kabul edilen bu ayda,herkesin birbirine daha hoşgörülü ve sevgi dolu bakmasını diliyorum. İşte Ramazan ayının İslamiyetteki önemine ve toplum üzerindeki etkisine dair kısa bir yazı..



            Ramazan ayı, İslamiyet’in kutsal kitabı Kuran’ın Hz. Muhammed’e ilk gönderilmeye başlandığı aydır ve Hicri takvime göre yılın dokuzuncu ayı sayılır. Kuran’ın Bakara suresinde bildirildiği üzere Müslümanlar Ramazan ayı boyunca oruç tutmakla yükümlüdür. Arapça bir sözcük olan Ramazan’ın kelime kökü “çok sıcak olma” anlamına gelen “Ramaza” sözcüğünden gelmektedir. Kutsal aya bu ismin verilmesinin nedeninin, oruç tutulacak ilk Ramazan ayının, Arabistan’da çok sıcak geçen Temmuz ayına denk gelmesi yüzünden olduğu tahmin edilmektedir. Hicri takvim ay yılına göre düzenlendiğinden, güneş yılına göre düzenlenmiş olan miladi takvime oranla 11-12 gün kadar daha kısadır. İki takvim arasındaki bu farklılık, Ramazan ayının, miladi takvimin her yıl farklı bir dönemine denk gelmesine yol açmaktadır. Hicri ve miladi takvimde Ramazan aynın yeniden aynı tarihe denk gelmesi ancak 32 yılda bir gerçekleşmektedir. Bu yılki – 2013 – Ramazan ayının da Temmuz ayına denk gelmesi bu anlamda hoş bir tesadüftür.
          Ramazan ayının kutsallığı nedeniyle bu dönemde gerçekleştirilen ibadetlerin ve edilen duaların Allah katında çok daha büyük bir önemi bulunduğuna inanılır. Bu yüzden maneviyatın yoğun olduğu bir zaman dilimi olarak, Müslümanlar arasında toplum maneviyatının yükseldiği bir aydır. Toplumsal anlamda bir birliktelik ve aidiyet duygusu sağlayan ve günde beş kez tekrarlanan namaz ibadetinin yanı sıra, Ramazan ayında bir toplumsal ibadet daha vardır ve bu da oruç’tur. Oruç tutmak, İslamiyet açısından bir ibadet ve nefis terbiyesi yöntemi olmakla birlikte, aynı zamanda Ramazan ayında vahy edilmeye başlayan Kuran’ın indirilişi nedeniyle Allah’a şükretmenin yollarından birisi olarak tüm Müslümanlar için zorunlu kılınmıştır. Böylece gün boyunca ve toplu bir şekilde gerçekleştirilen bir ibadet olan oruç, aynı zamanda sosyal bir kavramdır.
        Oruç, toplumun varlıklı ve yoksul kesimleri arasında ilişkilerin derinleştirilmesini amaçlayan, yardımlaşma ruhunu teşvik eden, paylaşma bilincini geliştiren ve toplumsal etkinliklere katılımı destekleyen bir içeriğe sahiptir. Oruç aracılığıyla varlıklı kesimin, yoksul kesim ile kurduğu empatinin arttırılması ve yaşama başka bakış açılarından da bakılabilmesi mümkün olmaktadır. Yine aynı bölgede yaşayan tüm inananların günün aynı saatlerinde nimetlerden yoksun kalmaları, gün boyunca aynı kutsal amaç uğrunda çeşitli güçlüklere katlanmaları ve yine aynı saatlerde sofra başına oturmaları önemli ve büyük bir birlik duygusu yaratmakta, toplumun hiçbir farklılık gözetmeksizin tüm üyelerini eşitlemekte ve onları birbirlerine daha da yakınlaştırmaktadır. Böylece bireysel bir ödev, aynı zamanda toplumsal bir eyleme dönüşmekte ve toplumsal yararlarının yanı sıra, bireysel tatmini de daha yukarılara çıkarmaktadır. Elde edilen tatmin ve vicdani rahatlamanın maddesel şeylerden uzak durularak gerçekleştirilmesi ise, bireyin ve toplumun tinsel gücünü arttırmakta, mutluluk ile maddi zenginliğin doğrudan ilişkili olduğuna dair yaygın görüşü haksız çıkararak maneviyatın önemini vurgulamakta ve bir kez daha anımsatmaktadır. Yine oruç sayesinde gerçekleştirilen ücretsiz iftar sofraları ve yapılan yardımlar ile varlıklı sınıflardan yoksul sınıflara aktarılan gelir transferleri toplumun farklı katmanları arasında çeşitli ilişkilere ve dostluklara olanak sağlamaktadır. Gün boyunca aynı ibadeti farklı lokasyonlarda gerçekleştiren toplumun farklı kesimleri, gün sonunda iftar saatinde tanımadıkları insanlarla birlikte iftar açarak yine önemli bir birlik ve beraberlik duygusuna kavuşmakta ve bunun sonucu olarak genel toplumsal bağlar güçlenmektedir. Bu yüzden Ramazan ayı, kişiye sağladığı dinsel ve vicdani yükümlülükler ve tatminlerin yanı sıra, toplumların geneline de önemli sosyal yükümlülükler ve tatminler de sağlamakta ve salt ölüm sonrasındaki dünya için gerçekleştirilen bir ibadet olmayıp, aynı zamanda yaşanılan dünyada son derece önemli bir toplumsal birleştirici olma özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla Ramazan ayı yalnızca birey ile Tanrı arasında kurulan maneviyatın arttırılmasını ve yoğunlaşmasını değil, toplumsal aidiyet ve birliktelik ruhunun da yükselmesini sağlamaktadır. Bu da Ramazan’ın sosyalleştirici ve bütünleştirici özelliğidir.

18 Nisan 2013 Perşembe

HERMES


Pazarlama stratejisi ve satış taktikleriyle sürekli isminden söz ettiren, dünyanın en lüks markaları arasından gösterilen HERMES markasının hikayesini biliyor muydunuz? :)
 
Bugün dünyanın en önde gelen giyim ve lüks markalarından birisi olan Hermes, Yunan mitolojisinde yeryüzündeki yaşamları sona eren ruhları yeraltına götüren tanrıya verilen isim. Bununla birlikte ünlü moda markasının ismi eski Yunan’da aynı zamanda hırsızların, kumarbazların ve tüccarların koruyucusu olan tanrı Hermes’ten değil, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında Paris’te yaşayan ve Hermes markasının yaratıcısı olan ailenin soyadından gelmektedir.
 

Fransız bir baba ile Alman bir annenin oğlu olan Thierry Hermes, ailesiyle birlikte 1828’de Fransa’ya gelmiş ve bu tarihten yalnızca dokuz yıl sonra Paris’in en önemli bulvarlarından olan Les Grands Boulevards’da Avrupalı asilzadelere eyer ve binicilikle ilgili deri aksesuarlar tasarlayan Hermes markasını kurmuştur. Bu aksesuarlar arasında özel kemerler, dizginler ve soyluların at arabalarına binerken taktıkları özel şapkalar vardır. Markanın ünü çok geçmeden yayılır. Daha 1855 yılında ilk ödülünü kazanan Hermes, 1867 yılında Paris’teki Expositions Universelles’te de birinci olarak altın madalyaya layık görülür.

Aile şirketinin ikinci kuşağı 1880 yılında satış dükkanını, bugün de varlığını koruyan 24 Rue du Faubourg Saint-Honoré adresine taşır ve yeni deri koşum takımları üretmeye başlar. Şirketin ismi ise Hermes Freres olarak güncellenmiştir. Bu dönemde şirketin ünü tüm Avrupa, Kuzey Afrika, Rusya, Asya ve Amerika’da süratli bir şekilde artar. Yirminci yüzyılla birlikte Hermes yalnızca binicilikle ilgili üretim yapmanın dışına taşmış ve lüks giyim eşyaları da tasarlamaya başlamıştır. İnovatif bir yaratıcılıkla fermuarı icat eden Hermes, ilk fermuarlı deri giyim eşyalarını ve golf ceketlerini üretmiş ve bu icadın patentini almıştır.
 
 

Hermes 1920’li yıllarla birlikte ilk kadın çantası koleksiyonunu piyasaya sunarak bugünkü güçlü moda üreticisi olma algısının temellerini atar. 1929’da Paris’te lüks kadın giyim koleksiyonunu tanıtan Hermes, 1930’larda da orijinal tasarımlarının en tanınan parçalarından bazılarını yaratır. Bunlar arasında daha sonra “Kelly Çantası” olarak ünlenen Sac à dépêches ve Hermes eşarpları olarak bilinen carrés vardır. Kelly çantasının ismi ilerleyen yıllarda Monaco Prensesi olan Grace Kelly’nin bu çantayı kullanmasından ileri gelir. Hermes eşarplarının en önemli özelliği ise çok güçlü ve sağlam bir ipekten üretilmeleri ve kadınların çok beğendikleri tasarımları olmasıdır.
 
 

Yüzyılın ortasına gelindiğinde Hermes bir dük ve bir at arabasından oluşan ünlü logosunu tasarlatır ve kullanmaya başlar. 1951 yılından itibaren ilk parfüm koleksiyonunu da üreten marka, artık dünyanın en itibarlı isimlerinden birisi haline gelmiştir ve bir zariflik, zenginlik ve ayrıcalık göstergesi olarak uluslararası alanda geniş bir kabul görmüştür.

Bugün Hermes’in ürün yelpazesi arasında deri, eşarp, kravat, erkek giyim, kadın modası, parfüm, saat, kırtasiye, ayakkabı, eldiven, dekoratif sanatlar, sofra takımları ve mücevher koleksiyonları bulunmaktadır. Ürünlerini turuncu bir kutu içinde tüketiciye ulaştıran Hermes, çağımızın en büyük lüks sembollerinin başında geliyor.

Hermes markasının günümüzün en önemli lüks sembollerinden birisi olmasına karşın ironik bir şekilde markanın sahibi olan aile için lüks ve kar sözcükleri son derece bayağı, zevksiz ve görgüsüz kelimeler olarak algılanıyor ve aile tarafından asla ağza alınmıyor. Hermes ailesi ve markası için önemli olan işlerin en iyi şekilde yapılması, geleneklerin en iyi biçimde sürdürülmesi ve zerafet. Bu tavır Hermes ailesinin takındığı en önemli strateji ve davranış biçimi. Şirketin ve markanın önceliği karlılığa vermemesi, şirket stratejisini üretilen ürünlerin birim maliyetlerini düşürmeye değil, üretim sırasında hiçbir maliyetten kaçınmamaya yöneltiyor. Bu nedenle Hermes’te hala üretim el işçiliğiyle yapılıyor ve bu yüzden bir çantanın üretilmesi bile en az iki gün sürüyor. Şirketin söz konusu tutumunun karşılığı olarak ürünleri tüketiciler tarafından paha biçilmez olarak algılanıyor. Hermes için bir talep yaratma sorunu bulunmuyor, zira Hermes stratejisi sonucunda tüm tüketiciler bir Hermes parçasına sahip olmayı itibarlı ve ayrıcalıklı olmanın bir göstergesi olarak algılıyorlar. Hermes ürünleri tüketiciler için bir aksesuar olmanın yanı sıra sanatsal bir koleksiyon eşyası olarak tasavvur ediliyor ve bu nedenle özel bir eşyaya dönüşüyor.








Dünyanın en iyi tasarımcılarını, dünyanın en iyi zanaatkarları ve en kaliteli hammaddeler ile birleştiren Hermes, kar değil, mükemmel ürün amaçlayan stratejisiyle bugün dünyanın en büyük ekonomi üreten şirketlerinden birisi. Hermes’in cirosu yalnızca 2012 yılında 4,7 milyar euro.  Şirket mevcut cirosunu her yıl dünya ortalamasının oldukça üzerinde bir şekilde büyütmeye devam ediyor. Kaliteden ve zarafetten hiçbir ödün vermeden üretim yapan ve bu nedenle belli bir üretim adedinin üzerine çıkmayan Hermes öyle görünüyor ki gelecek yüzyılda da itibar, seçkinlik ve zarafet göstergesi olarak öncelikli yerini korumayı sürdürecek.

8 Nisan 2013 Pazartesi

FUTBOL NEREDEN NEREYE... GALATASARAY VE MADRİD


Günümüzün hiç tartışmasız en popüler sporu olan futbol, artık yalnızca bir spor mücadelesi değil aynı zamanda büyük bir magazin, ekonomi ve uluslararası ilişkiler aracı. Birkaç on yıl geriye gidildiğinde, mahallî bölgelerin kendi takımları aracılığıyla hayata geçirilen bir spordan ibaret olan futbol, bugün aynı yerel takımların ulusal ve dahası uluslararası dev markalara dönüşmüş olduğu, televizyon yayın haklarının satın alınabilmesi için yüzlerce milyon dolarların harcandığı, giyim, parfüm, yiyecek, içecek ve iletişim gibi çok çeşitli sektörlerde markası kullanılan dev bir dünya. Modern toplumun günlük yaşamında en çok atıfta bulunan konu olan futbol, twitter ve facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinin de şüphesiz en çok bahsedilen başlığı. Artık futbol stadyumlarına birer spor alanı olarak değil, birer mücadele alanı olarak bakılıyor. Bu nedenle dünyaya da, ülkemizde de futbol stadyumlarının isimleri yavaş yavaş “Stadyum yerine “Arena” olarak adlandırılıyor ve böylece geçmişin Roma Gladyatörleri’nin ölümüne mücadele ettikleri saha olan Arena’ya gönderme yapılarak futboldaki mücadelenin altı çiziliyor.

Bir Galatasaray taraftarı olarak, 3 Nisan Çarşamba günü, Şampiyonlar Ligi’nde Real Madrid takımıyla karşılaşan takımıma destek vermek için Madrid’teydim. Dünyanın en güçlü takımları arasında gösterilen Real Madrid’le karşılaşacak olmak tüm Galatasaray camiasında büyük heyecan yarattı. Madrid takımını desteklemek için gelmiş olan binlerce taraftarla doluydu. Büyük coşku vardı. Ne yazık ki Real Madrid karşısında çok iyi oynamamıza rağmen, hak etmediğimiz bir farkla mağlup olduk. Herşeye rağmen, Estadio Santiago Bernabeu’da Şampiyonlar Ligi Heyecanını bize yaşatan Galatasaray’a çok teşekkür ederiz J
 

Her zaman futbol konuşuruz, tartışırız, futbolla sevinir, futbolla üzülürüz. Peki, futbolun tarihini hiç merak etmiş miydiniz? İşte size biraz bilgi ;)

Günümüzdeki popülerliği, etkinliği ve bu etkinliğin küresel yaygınlığı tarihte hiçbir sporla karşılaştırılamayacak kadar yüksek olan futbolun geçmişi çok eskilere uzanır ve bugünkü ününe yakışır şekilde küresel bir geçmişi vardır. İlk kez Hunlar mı, Çinliler mi yoksa Japonlar mı tarafından oynandığı tartışılıyor olsa da tartışılmayan şey futbolun ilk kez bu üç toplumdan birisi tarafından oynandığı şeklindedir. Yani futbol Uzak Doğu kökenli bir spordur.
 
 

Bazı tarihçilere göre bir top aracılığıyla ve yalnızca ayaklarla oynanan sporların geçmişi milattan önce 3 binli yıllarda Hun Devleti’ne dayanmaktadır. Bu geçmişi milattan önce 5 binli yıllara değin geri götüren tarihçiler de vardır. Bir kısım tarihçi ise futbolun başlangıcını Japonya’ya atfeder ve tarih olarak da milattan önce bin yılını gösterir. Bununla birlikte üzerinde en çok fikir birliğine varılan tarih milattan önceki ikinci ve üçüncü yüzyıllardır ve bu görüşe göre futbol Çin’de doğmuştur. Çin’deki oyun iki takım tarafından ve 2 ila 10 kişi arasında oynanıyordu. Oyunun amacı topu günümüzde golf’te olduğu gibi minik bir deliğin içerisine sokmaktı. Modern futbolda olduğu gibi bu oyunda da topa el ile müdahale etmek yasaktı ve vücudun diğer tüm bölgeleri kullanılabiliyordu. Oyunda kullanılan temel uzuv ise ayaklardı. Faul kavramı o zaman da bulunuyordu ve yapılan dört faulün karşılığında takımlardan birisinin yaptığı sayı bir adet düşürülüyordu. Oyun sonunda en çok hangi takım sayı yapmışsa, o takım galip geliyordu.
 
 

Orta Asya Türkleri'nin de “tepük” adını verdikleri, kız ve erkeklerden kurulu karma takımlarla, topa elle dokunmadan, onu oyun alanının dışına çıkarmadan ve faul yapmadan, sadece ayak ve kafa ile vurularak rakip kaleden içeri atmaya çalışarak bir oyun oynadıkları kaynaklarda yer almaktadır.

Avrupa kıtasında futbolun ilk versiyonlarını Romalılar ile Yunanlıları oynamışlardır. Milattan sonra bin yıllarına denk gelen bu oyun, iki takım tarafından ve her takımda 27’şer kişi olmak üzere oynanırdı ve günümüz futboluna oldukça benzer özellikler gösterirdi. Bununla birlikte oldukça sert bir spordu ve karşılaşmalar sırasında sakatlıklara pek çok rastlanırdı. Bu sakatlıkların ciddi sonuçlar doğurması da nadir değildi, bunlar arasında ölümle sonuçlananlar da boldu. Bu yüzden futbol yüksek kültür tabakası tarafından tercih edilmez ve hor görülürdü. Fakat alt tabaka tarafından çok sevilir ve oynanırdı. Yine bu spor “harpastum” ismiyle Romalı askerler arasında da oldukça popülerdi.

Futbol giderek Avrupa’da yaygınlaştı ve kıta Avrupa’sından İngiltere’ye sıçradı. Ülkenin en büyük üretim gücü olan köylüler arasında sevilen bu sert spor, köylülerin sakatlanmalarına, bazen yaşamlarını yitirmelerine ve bu nedenle de ülkedeki üretimi olumsuz etkilenmesine yol açınca on dördüncü yüzyılda Kral Edward tarafından yasaklandı. Kral Edward futbol oynayanların yakalandıkları takdirde hapse atılmalarını emretmişti. Fakat köylülerdeki futbol sevgisi sönmedi ve bu spor İngiltere’de gizli gizli olsa da sürdürüldü. Futbol yasağı birkaç yüzyıl devam etti fakat aradan geçen bu süre içerisinde futbol daha da yaygınlaşmıştı. Bunun üzerine on yedinci yüzyılda İngiltere’de futbol yasaklı olmaktan çıkarıldı ve hızla daha da yayıldı ve yüksek tabakadan da kabul görmeye başladı. Artık neredeyse her okulun bir futbol takımı vardı.
 

Okulların futbol oynamaya başlamasıyla kurallar giderek günümüzün futbol kurallarına yaklaşmaya başladı. 1815 yılında Eton Collage tarafından koyulan kurallar Cambridge Kuralları olarak tanındı ve geniş uygulama alanı buldu. Fakat günümüz futbolunun temel kuralları ancak 1863 yılında Londra Kulüplerinin ve okullarının on bir tanesinin katıldığı bir toplantı sonucunda bir Futbol Derneği’nin kurulması ve bu Dernek tarafından kuralların net bir şekilde belirlenmesiyle ortaya çıkmıştır. Böylece 8 Aralık 1863 tarihi modern futbolun doğuş tarihi olarak düşünülebilinir. 

Modern futbol dönemin en geniş sömürge ağına sahip olan İngiltere’nin denizcileri ve askerleri aracılığıyla tüm dünyaya yayılmış ve geniş bir kabul görmüştür. 1904 yılında FIFA’nın kurulmasıyla birlikte artık futbol dünya çapında kabul edilmiş bir spordu ve yüz yıl içerisinde de bugünkü durumuna erişti.
 
 

Futbol için bulunduğum Madrid’e ilk gelişim değildi. Daha önce de arkadaşlarımla ziyaret etme fırsatım olmuştu. Madrid zengin tarihi mirasa sahip bir şehir. Aynı zamanda da canlı bir kültür ve sanat şehri. Kesinlikle görmeye değer bir şehir.
 Madrid’e seyahat planlamayı düşünenler için aklımda kalan mekanları paylaşmak isterim; Modern dekorasyonu,lezzetli yemekleri ve popüler olmasıyla Ten Con Ten, Madrid’de gidilebilecek restaurantların başında geliyor. Ten Con Ten’e gitmeden önce Plaza Independencia’daki Ramses’de bir aperatif almak iyi bir fikir olabilir. Tapas yemek istiyorsanız Cinco Jotas güzel bir mekan. Canınız sushi çekerse Kabuki doğru adres olabilir. Madrid’in klasiklerinden, Madrid’li işadamları ve politikacıların uğrak yeri olan La Dorada balık ve deniz ürünleri için ideal. Lezzet baştan çıkarıcı.
 

Madrid’e kadar gidip tarihi yerleri gezmeden gelmek olmaz. Royal Palace, Puerto del Sol, Plaza Mayor, Plaza de Cibeles mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Dünyaca ünlü ‘The Prado’ müzesi de mutlaka gezilmesi gereken yerler arasında.
 
PLAZA INDEPENDENCIA
 
 
 


ROYAL PALACE

ROYAL PALACE

ROYAL PALACE


ROYAL PALACE

ROYAL PALACE



 

Alışveriş için ise Serrano caddesi pek çok markayı bir arada bulabileceğiniz doğru adres ;)

Seyahat yazılarım devam edecek :)

Görüşmek üzere..


 

29 Mart 2013 Cuma

Benim Gözümden PARİS

Tüm dünyada sanatsal ve kültürel yaşamı ile bilinen Paris,Avrupa şehirleri arasında beni güzelliğiyle en çok etkileyen şehir. Dünya tarihinde önemli bir yere sahip olan Paris, tarihsel güzellikleri ve geçmişten bugüne taşıdığı anıtlarıyla insana geçmişe seyahat etmiş hissi verir. Tüm tarihsel anıtlar gece ışıklandırmalarıyla büyülü bir dünya yaratır ve Paris, 'Ville Lumiere' (Işık Şehri) adıyla da anılır.

İlk kez 12 yaşımdayken ailemle birlikte Paris'e seyahat etmiştim. Bu ilk seyahatte; Notre Dame Katedrali, Louvre Müzesi, Eyfel Kulesi ve Eglise de la Madeleine gibi, mutlaka görülmesi gereken yerlerin hepsini gezme fırsatım olmuştu. Daha sonra pekçok kez ailemle ve arkadaşlarımla Paris'e seyahat ettim. Dönem dönem,özlem duydukça, tarihi yerleri tekrar gezdim. Fakat şimdi Paris benim için nefes alabildiğim, hem bedensel hemde zihinsel olarak dinlenebildiğim ender yerlerden. Keyifli restaurantlar,en son trendleri barındıran mağazalar,uzun yürüyüşler yapabileceğim sokaklar ve ışıl ışıl caddeleriyle Paris rüya şehiri gibi :)

Paris'e gittiğimde nerede kalıyorum? En çok nerelerde yiyip içip,nereden alışveriş yapıyorum? Bana en keyif veren mekanlar hangileri? Paris'e seyahat edeceklere bir rehber olması için,sizlerle paylaşmak isterim :)




Paris'te hep kaldığım ve hayran olduğum yegane otel Four Seasons George V.  Müşteri memnuniyetini herşeyin üstünde tutan bu otelden daha hiç mutsuz ayrılmadım. Lokasyonu,spa'sı,restaurantı ve her zaman trendy olan barıyla benim vazgeçilmezim.' Four Seasons Hotel benim bütçemi aşar' veya 'Ben Paris'i gezmeye geldim,otelde vakite geçirmem' diyenler içinse Chateau Frontenac lokasyonu ve giriş çıkış pratikliğiyle ideal. Türk müşterilere de son derece alışıklar :)

Yeme içme konusunda Paris'te şöyle bir durum varki; trendy olan tüm restaurantlar aynı şirket grubuna ait. Bu restaurantların menüleri de birbirine o kadar çok benziyorki,bir süre sonra aynı şeyleri yemekten sıkılmaya başlıyorsunuz. Benim en sevdiklerim;  L'Avenue Cafe, Hotel Costes Restaurant,Matignon ve Societe, hepsi aynı gruba ait olduğundan aynı menüyü servis eden restaurantlar. Bu restaurantlar her zaman kaliteli,fakat bazen ukala denilebilecek kadar snobbish servis elemanlarına rağmen, elite müşteri kitlesi ve tazeliği ve lezzetliyle dikkat çeken yemekleriyle denenmeli diyebilirim :) Matignon aynı zamanda bir gece kulubü ve müzikleri bana hitap ediyor. Çoğu model olduğunu tahmin ettiğim güzellikteki kadınlar da mekana ayrı bir hava katıyor.

Pershing Hall yine aynı gruba ait bir restaurant. Farklı dekoru ve barıyla sevdiğim mekanlardan.

Le Basilic,Kong ve Apicius ise diğer önerebileceğim restaurantlar.

Benim bugüne kadar Paris'te gece kulubü olarak en çok eğlendiğim kulüp,her zaman L'Arc olmuştur. İnsanı her daim dinamik tutan showlarıyla hiç sıkılmadan saatlerce eğlenebilirsiniz. VIP Room ise çok trendy bir başka gece kulubü. İkisini de denemekte fayda var. Bu arada aklımdayken L'Arc'ın restaurantı da var ama denemenizi hiç önermem :)




Konu alışverişe gelince,hava güzelse ve sokaklarda gezmeye müsaitse, Avenue Montaigne ve Saint Honore tüm markaların bulunduğu iki sokak. Eğere hava soğuk veya yağmurluysa Lafayette ve Printemps pekçok markayı içinde bulunduran iki alışveriş merkezi. Özellikle çocuklarınıza alışveriş için Lafayatte çocuk katı mükemmel :)




Paris yılın her dönemi çeşitli sanatsal aktivitelere ev sahipliği yapar. Eğer gideceğiniz döneme göre araştırırsanız,ilginizi çeken bir sergi veya konser bulacağınızdan eminim. Mesela ben, yaklaşık 2 sene kadar önce, Grand Palais'de, Bvulgari markasının en antik ürünlerinin sergilendiği bir sergiyi gezme fırsatı bulmuştum. Eminimki,o mücevher parçalarını,o şekilde hepsi birarada görme fırsatı çok zor yakalanırdı. Bu fırsatı yakaladığım için çok mutluyum ve o sergiyi hala unutamam.

Paris benden bu kadar. Giderseniz Seine Nehri kıyısında yürüyüş yapmayı ve her binada ayrı bir tarih yazdığını unutmayın. Babam her zaman, 'Sadece bakmak yetmez,görmek lazım' der. Sizler de görerek bakın ;)




24 Mart 2013 Pazar

KİMLİK, ANAYASA VE TÜRKLÜK



Kimlik kavramını, doğal ortamda bulunmayan fakat zihin aracılığıyla üretilen çeşitli alışkanlıkların, tutumların, beklentilerin ve ortak geçmişin meydana getirdiği davranış kalıpları ve bakış açısı olarak betimlemek mümkündür. Türkiye'nin en deneyiml antropologlarından olan Bozkurt Güvenç kimliği, grupların, toplum veya toplulukların "Kimsiniz, kimlerdensiniz?" sorusuna verdiği yanıt ya da yanıtlardır şeklinde tanımlamaktadır. Bu anlamda kimlik, kültürel bir örüntü olarak göze çarpmaktadır. 


Günümüz dünyasının ırk ile kültür arasında bir korelasyon olmadığını ispatlayan bilimsel düzeyi sayesinde kimliklerin ırka bağlı bir şey olmadığını biliyoruz. Oysa kimlik ile ırk arasında özellikle on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda büyük bir bağlantı olduğu ve hatta ırkın, tam da bizzat kimliğin kendisi olduğu düşünülmekteydi. İkinci Dünya Savaşı’nda yalnızca ırksal farklılıklar neden gösterilerek fırınlarda yakılan milyonlarca Yahudi insanın ölümünü başka türlü açıklamak mümkün değildir. Bununla birlikte on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda kimliğin ırk ile ifade edilebileceğini savunan Avrupalı güçlerin yanı sıra kimliğin tamamıyla kültürel bir örüntü olduğunu ve icat edilebildiğini savlayan demokratik bir ülkeler topluluğu daha bulunuyordu. İlk düşünce kimliği kalıtıma bağladığı için dışa kapalı bir kavram olarak tasarlarken, ikinci düşünce kimliği kültüre bağlamakta ve böylece de kimliği dışa açık ve seçilebilir bir kavram olarak tasarlamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın da galibi olan kimliği kültüre bağlayan bu demokratik cephe, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin de dağılmasıyla faşizm ile komünizm alternatiflerinin arasında sıyrılarak yirmi birinci yüzyılın alternatifsiz siyasi rejim biçimi olarak baskın hale gelmiştir. Bu düşüncenin temelinde kimliklerin tamamıyla kültürel örüntüler olduğu ve tarihin belli aşamalarında çeşitli toplum mühendisliklerinden geçirilebildikleri yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti de bu modern paradigma esas alınarak kurulmuştur ve Türk kimliği de tıpkı Fransız, İngiliz, Alman kimlikleri gibi sonradan üretilmiş, icat edilmiş ve itibar kazandırılmıştır. Ülkemizde gelinen bugünkü noktada ise Türk kimliğinin yeni yapılması planlanan anayasada kaldırılması tartışılmaktadır. Bu durum Türkiye’deki mevcut Türk kimliğinden hoşnut olmayan ve bu kimliğin yerine yeni bir kimlik üretmek isteyen bir tavrın varlığına işaret etmektedir. Kimlik, kültürel bir doku olduğuna göre, Türk kimliğine ilişkin dönüşüm çabaları, Türkiye’nin eski kültürel zemininin yerine başka bir kültürel taban koyma çabaları olarak algılanabilinir.

Türklük kavramı Orta Asya’ya kadar geri götürüldüğünde binlerce yıllık bir geçmişe gönderme yapmaktadır. Kavramın gelişimi ise yine Bozkurt Güvenç’e atıfta bulunursak Türklerin İslam’la tanışmaları ile ilk büyük dönüşüme uğramış, Anadolu’ya yerleşilmesi ikinci büyük kültürel devrimi meydana getirmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılarak çok çeşitli kültürleri içine almasıyla bir başka boyuta atlamış ve son olarak da Batılılaşma hareketleriyle dördüncü büyük kültürel dönüşümü başlatmıştır. Bugünün Türkiye’sinde Orta Asya’dan bugüne değin yaşanılan tüm kültürel gelişmelerin hepsi belli bir kültürel yer kaplamaktadır ve günümüz Türk kimliğine katkı sağlamaktadır. Bununla birlikte her kimlik icadında olduğu gibi, modern Türkiye oluşturulurken de kurucu kadrolar Türk kimliğini tasarlarken geçmişten aldıkları kültürel donelerde seçici davranmışlar ve geçmişin bazı kültürel verilerini yeni Türk kimliğine monte ederken, bazılarını dışarıda bırakmışlardır. Aynı şekilde bu yeni devletin Türk kimliği inşa edilirken geçmişten alınan kültürel verilerin bazılarının şiddeti yüksek, bazılarının ki ise düşük tutulmuştur ve bu seçim sırasında özellikle Batılı, modern bir devlet ve kimlik kurmak için en uygun olan verilerin kullanılmasına azami şekilde özen gösterilmiştir. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kabul ettiği Türk kimliği dönemin en çağdaş ve uygar kimlikleri olan Batı uluslarının kimlikleri modellenerek icat edilmiştir. 

Bu nedenle bugünkü tartışmalarda Türk kimliğinin yeniden tartışma açılması, aslında Türkiye’nin doksan yıl önce belirlemiş olduğu çağdaş ve uygar olma iddiası taşıyan ve Batı model alınarak icat edilen kimliğinin dönüştürülme isteğinin bir dışa vurumuymuş gibi görünmektedir. Bu nedenle günümüzdeki pek çok yazar ve aydının anayasadaki Türk sözcüğünün kaldırılması karşısındaki büyük tepkisini ve direnişini etnik duygular taşıyan bir tutumdan çok, çağdaş, uygar ve Batı modeli bir kimliğin, kendisinin aksi bir içerikle yeniden üretilebilmesinden duydukları çekince olarak görmek mümkündür.